GELENEKSEL TÜRKİYE
Kavramsal Çerçeve: Köyden Kente…

Türkiye dendiğinde, akla gelen imge, sağa sola koşuşan insanlar, sorunlarla yüklü bir ülke oluşudur. Neler oluyor? Büyüyen kentler, küçülen köyler… Arabalarla dolup taşan, otoparka dönüşmüş yollar, trafik kazaları, cep telefonlarıyla dolaşan yurttaşlar. İş bulmak umuduyla büyük kentlere doluşan köylüler, kasabalılar. “Ne iş olsa yaparız, abi” diyen işsizler. Konsolosluk kuyruğunda vize bekleyenler…

Geleneksel Türkiye, köylülükten kentliliğe geçiyor da, kentlileşiyor mu? Söylemesi zor ama deniyor, çabalıyor… 

Yarım yüzyıl kadar önce, toplumun yüzde 75’i küçük kasaba ve köylerde yaşarken; bugün toplam nüfusun büyük bölümü kent merkezlerinde, ailece çalışıyor; başını sokacak bir konut edinmeye, çoluk çocuğunu göndereceği bir okul bulmaya, sağlık ve güvenlik hizmetlerinden yararlanmaya çabalıyor. Nüfus bilimciler “Köyden kente göç” diyor ya, olayın göze çarpmayan boyutu daha karmaşık. Hareket halindeki bu insanlar, Tarım Kültürü’nden Endüstri (sanayi) Kültürü’ne geçiyor. Tabii kente yerleşmekle hemen kentli olamıyor, ama ucundan köşesinden hızla büyüyen hizmetler sektörüne tutunmaya çalışıyor. 

Batı toplumlarında, sanayinin kurulup gelişmesine paralel olarak 150-200 yıl süren ‘Büyük Dönüşüm’, ülkemizde en az iki kat hızlı gerçekleşiyor. Cumhuriyetle birlikte uygulanan sağlık ve eğitim hizmetleri ölüm oranlarını düşürünce, sessizce patlayan nüfus, ekecek toprak bulamadı, gurbet yollarına düştü.

“Taşı toprağı altın İstanbul” köyden gelene buyur demezdi. 1960 askeri müdahalesinden sonra kurulan DPT’nin genç plancıları, “Gelişmiş toplumlar kentli ülkeler, kente göçe izin verirsek daha hızlı gelişiriz” gerekçesiyle; belki de daha küçük oy ve seçim hesaplarıyla, kentin kapılarını araladılar. 

Sonuç, “dolmuşlu, gecekondulu” kent oldu. Yeni gelenlere sunulan yol, su, elektrik hizmetleriyle, demokrat iktidarlar, art arda seçimler kazandılar. “Kentlerimizin köyleştiği” eleştirisi bile yapıldı. Türkiye, sosyal-ekonomik ve kültürel bakımdan, sanayi ekonomisinin çok önünde kentleşiyordu. Kentliler, kendi kentlerinde azınlıkta kaldılar. Demokrasinin bu cilvesi kaçınılmazdı.

Cumhuriyet’in kuruluşunda 12- 13 milyon olan nüfus 15 yıl sonra 18 milyona ulaşmıştı. Bugün, Çatalca’dan İzmit’e uzanan Büyük Şehir İstanbul nüfusu 16±2 milyona ulaştı. Gizli tutulan sayım, ülke ve seçmen nüfusu gibi, yönetene, konuşana göre değişiyor. 

Geleneksel Türkiye’ye ne oldu? Hangisi geleneksel, köy mü, kent mi? Sosyal bilimler açısından “Geleneksel Türkiye”, köyden kente, Tarım’dan Sanayi’ye geçen, yani geçiş halinde, “değişip dönüşerek büyüyen” dinamik hatta dinamit gibi ülke. Yaşanan sorunlar da hızlı değişim ve dönüşümün kaçınılmaz sonuçları. Bu “önsöz”de, kuşkusuz kolay olmayacak ama ‘Geleneksel Türkiye’ye bu açıdan bakmaya çalışıyorum. 

Anahtar Sözcük ve Kavramlar 

Köy, kent, kültür, kent kültürü ve geleneksel Türk kentleri…

Konuya “köy ve kent” le girdik ama kentlerden önce, dilimizde – Eskişehir, Yenişehir,Viranşehir, Ataşehir gibi – Arapça, ün ve ‘şöhret’ ten üretilen “şehir” ler ; Farsça köğ veya Ermenice kuy’dan Türkçeleşmiş ‘köy’ler vardı. İsmet İnönü, Köy Enstitüleri kararını vermeden önce, “Ben köyü tanımıyorum, biri bana köyü anlatsın” demiş; kendisine yabancı ansiklopedilerden çevrilmiş Köylerimiz adlı bir kitapçık sunulmuştu. Köy, taş devri değil, bir tarım yerleşmesiydi, kasaba ve şehirler, tarım kültürünün ticaret ve yönetim merkezleri olarak geliştiler, devletler kurdular. 

Almanca Stadt, Fransızca Cite/ville, İngilizce City/Bourg karşılığında kullandığımız kent, Semerkant ve Taşkent gibi Türk lehçesi Sogdça ‘Kand’dan geliyor. Biz bugün tarım kentine “şehir”, endüstri şehrine “kent” diyoruz. Çoğu Avrupa ülkeleri, Strasburg, Hamburg, Petersburg gibi burg’lardan, Almanya Stadt’lardan oluşan federasyonlardı. Kentlerde yaşayan orta sınıflar, Burjuva/Kentsoylu olarak da anılır.

İnsanbilimin kurucusu sayılan İngiliz Taylor’a (1871) göre: Kültür ya da uygarlık: “Toplum üyesi insan türünün yarattığı, öğrendiği ve aktardığı, bilgi, sanat, gelenek, görenek vb. yetenek, beceri ve değerleri kapsayan karmaşık bir bütün” dür. 

Tarlayı ekip-biçmek anlamında “colere” kavramı, Latince’de cultura olmuş, 18. yüzyılda Fransa’da insan zihnini, zekâsını geliştirmek için de kullanılmış. Almanlar, kavramı beğenmiş, “Fransız uygarlığına karşı, bizim de kültürümüz var” demişler. Türkçe, “ekmek’ten “ekin” denendi ama sanımca tutmadı. 

Tarihçi filozof Marx, “Doğal yaratıklara karşılık, insanın yarattığı her şey!” diye tanımlamış kültürü. İtalyan Halk Tiyatrosu, “Hayatta her şey, tek kelimeyle karmakarışık” gerçeğini yansıtıyor geleneksel sahnesinde. 

Bu satırların yazarı, “ Kültür varlığını, toplum, eğitim ve hayattaki her şeyden insanların özgün dilleriyle ördüğü karmaşık bir yumak” olarak görüyor. Karmaşık, çünkü her olgunun dilde bir çok adı; her sözcüğün kültür varlığında çok sayıda karşılığı var. İlişki teke tek değil, türlü çeşitli ve karmaşık! Örnek olarak, sanata, eğitime, fikre, üretime de kültür diyoruz. Oysa, yemek, müzik, tiyatro, edebiyat, spor, kent ve barış kültürleri, Lang’ın (1971) gösterdiği gibi, Bütünlerin Parçaları’ dır. 

Güneydoğu Anadolu’yu da içine alan “Bereketli Hilal” bölgesinde 10-12 binyıl önce doğan tarım devriminin, 5-6 bin yıl önce kent kültürüne dönüşmesi, günümüze değin sürdü geldi. Hititler’den Troy’a, Persler’den Osmanlı’ya Ön Asya’da kurulan bütün devletler, “kuru tarım”a dayalıydı. Mezopotamya, Nil, İndüs, Yang-tse, Tuna, Volga ve Ren gibi büyük akarsuların delta ve vadilerinde “sulamalı tarım”a geçen büyük kentler, gelişti, dünyayı, medeniyeti değiştirdi. 

İstanbul, denizleri birbirine bağlayan boğaz üzerine kurulmuş, Cenova, Venedik, Efes gibi “littoral” bir deniz kent idi. Kıtalar ortası merkezi konumuyla bir dünya kenti oldu ama henüz bir “kültür başkenti” olamadı. Japon sanatçı dostum, Saray Burnu’ndan Yeditepe’ ye uzun uzun baktı ve hayranlıkla, “Ne muhteşem bir Kaos (karmaşa)” demekten kendini alamadı. Günlerce dolaştıktan sonra Çiçek Pasajı’ndaki “Rakı Kültürü”nü çizdi… 

Özetle, Diyarbakır, Amasya, Adana dışında, akarsulardan yoksun ama kalelerle çevrili Anadolu kentleri büyüyemediler. Selçuklu başkenti Konya 30 bini aşamamıştı. Su kaynakları yetersizdi. 

“Geleneksel Türkiye” dediğimiz zaman, tarihi ve kültürel bakımdan, ‘Batının Doğusu, Doğunun Batısı’ böyle bir Anadolu tarihi ve gerçeği içinde buluyoruz kendimizi. 

Yurt dışında yaşayan bir fizikçimiz, 1970’lerde ülkeyi dolaşmış, “Ege ve Marmara bölgesi bugün ise, Orta Anadolu on yıl, Doğu Anadolu yüzyıl geri kalmış” demişti. Böyle bir karmaşa üzerine, anlamlı bir Önsöz yazılabilir mi? Güç ama gene de deniyorum.

Yakın Tarihçe

Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de buhar makinesinin üretimde kullanıldığı 1750 yılında başladığı kabul edilir. Aynı yıl, Paris’te Ansiklopedi’nin ilk fasikülleri yayımlanıyordu. Fransız İhtilaline daha 40 yıl vardı. Adam Smith, (1776’da) Ülkelerin Zenginliği denemesiyle, Serbest Pazar Ekonomisinin el kitabını yayımladı. 

Karl Marx, 1859’da Ekonomi Politiğin Önsözü’ne Katkı denemesiyle, “Yabancılaşma (alienation)” adını verdiği Yüzyılın Hastalığını tanımladı. Sanayi devrimi ve kapitalizm, “İnsanı, soyuna, tarihine, toplumuna, hatta kendisine yabancılaştırıyordu.” Aynı yıllarda Darwin, Türlerin Kökeni araştırmasıyla semavi dinlerin yaradılış inancını sarsmıştı. Filozof Nietzsche (1871) dayanamadı, “Tanrı öldü!” Görev biz insanlara kaldı, dedi. 

Alt üst olan Avrupa’yı onarım görevi, Alman yenilgisinden sonra “Kuralsızlık / Anomie bunalımı geçiren Fransa’da, sosyolog Durkheim’a düştü. 1926’da Spengler, teknolojiye yönelen Batı’nın Çöküşü’nü yazdı. Ogburn, “Kültürün Geri Kalışı” (Culture Lag) kuramıyla, çöküşü doğruladı. Evrimci Huxley, Yiğit Yeni Dünya romanıyla, eleştiri ödülleri kazandı. Bunalımlara, geçici devlet müdahalesini öneren, çaresiz Keynes “Uzun vadede hepimiz öleceğiz” demişti. Polanyi 1944’te “Büyük Dönüşüm” adlı eserinde, Endüstri Devrimi’nin ve kapitalizmin tarihini özetledi. Durum pek parlak değildi. İkinci Dünya Savaş’ını izleyen İkinci Teknoloji devrimiyle, değişim/dönüşüm hızlanırken, eleştiriler ve uyarılar da çoğalıp çeşitlendi: Snow, İki Kültür; Mc Luhan, Medya İletidir; Ellul, Teknolojik Düzen; Habermas, Teknik ve Bilim; Potomac ve Roma Kulübü, Ekonomik Büyümenin Sınırları; Galbraith, Refah Toplumu, Neo Kapitalizm; Fukuyama, Tarihin, Devletin Sonu ve Son İnsan eseri ve Küreselleşen Dünya; Huntington Medeniyetlerin Savaşı ve BM Binyıl Bildirisi (Kıyamete sadece 2O C ve 30 ila 90 yıl kaldı, bildirileriyle Dünya’nın sonu geliyor uyarısını diyordu.) 

Yeşil Barışçılara göre, enerji tüketimi ve ısınma hızı acilen sınırlanmadığı için, kültür ve uygarlık, tüketim ekonomisinin büyüme hızıyla tükeniyor, kıyamet adım adım yaklaşıyordu. 

Devlet ebed Osmanlı’nın çöküşü, 1774 yılında Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla başlamıştı. Batılı sömürgeciler, “Doğu Sorunu” politikasıyla “Osmanlı Mirası’nı bölüşme yarışına giriştiler. Yenilikçi Sultan Selim yenileşmeye direnen kendi askerine yenik düştü. Sultan 2. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nı söndürdü. Sultan Abdülmecid, Tanzimat reformunu destekledi. Mithat Paşa Anayasal Meşrutiyet atağını hayatıyla ödedi. Osmanlı, Batı’nın “Yarı Sömürgesi” oldu. Genç Türklerin 2. Meşrutiyeti, Sultan Hamid’i tahtından indirdi ama çöken Devletin, Dünya Savaşı’na sürüklenmesini ve çöküş sürecindeki Batı’ya teslim olmasını önleyemedi. “Doğu Sorunu”, Cumhuriyetle sona erdi. Ortaylı’nın En Uzun Yüzyılı, uzamış, tam 150 yıl sürmüştü. 

Kuramsal Çerçeve ve Kaynaklar

 Yeni kentlerimiz, başkentimiz ve laik cumhuriyetimiz, Osmanlı külleri üstünde, Batı Emperyalizmi’ne karşı savaşarak kuruldu ama kültürel açıdan, çöken bir uygarlığın kültürel mirasını da devraldı. Bugün devrimci cumhuriyet ile karşı devrimci, İslamcı demokrasinin iktidar çatışmasına tanık oluyoruz. Gecekondular üstünde, dünyaya tepeden bakan, süper modern, mega teknolojik gökdelenler yükseliyor. Seçime dayalı demokrasi bitti. Dünya iletişim teknolojisinin e-postaları ve elektronik dalgalarıyla uzaktan yönetiliyor. Sürdürülebilirlik söylemleri gerçekçi değil. Medeniyet intihar ediyor, varlığına son veriyor, diyenler var. 

Böyle bir süreçte, Geleneksel Türkiye için neler söylenebilir? 

Huzur romanıyla Cumhuriyet Devrimi’nin başarılı bir özeleştirisini yapan Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir denemesiyle, Geleneksel Türkiye’nin şiirsel tarihçesini başlattı. 

Coğrafya sıralaması önemli olmayabilir ama Orta Anadolu’da Ankara ve Konya, Doğu’da Erzurum ve Batı’da Bursa ve İstanbul seçimi, tarihi açıdan anlamlı görünüyor. Ne ilk ne de sondu. Halikarnas Balıkçısı Giritli Cevat Şakir, sürgün gittiği Bodrum’da boş durmamış, Antik Ege’yi yazmıştı. Batı’nın kök sayıp özdeştiği Grek-Elen kültürünün derin kökleri Doğu’da ve Anadolu’da idi. Yönetmen Onur Ünlü, Beş Şehir filmiyle özgün öyküye duyulan ilgiyi ekranda canlı tuttu. 

Geleneksel Türkiye’nin yazılı kaynaklarından söz ederken Nazım Hikmet’in, “Memleketimden İnsan Manzaraları” ihmal edilmemeli. Çoğu silinmiş olsa da “Ey Yetimi Safa” diye başlayan birisi var ki hiç aklımdan çıkmadı. Saydığım bütün kaynaklarda, geleneksel kültürümüzün solan değerlerine duyulan hüzünlü bir özlemle yeniliğe, yenileşmeye duyulan coşkulu bir heyecanın çelişkisi hatta çatışması görülür. 

Ne var ki, tarihi gerçekler, üç beş şehir, bir kaç şair ve yazarla sınırlanamazdı. Geleneksel Türkiye’nin ‘Nereden Nereye” geldiğini, nerede bulunduğunu değerlendirirken… 

Köy gerçeği için Yaşar Kemal’i, kasaba (erotiz) gerçeği için Cumalı’yı, İslam-Kur’an gerçeği için Yaşar Nuri’yi, Cumhuriyet için Özakman’ı, Devrim için Suna Kili’yi, Batı için Atilla İlhan’ı, Medya için Banu Avar’ı ve tabii kurucu M. Kemal’in Gençliğe Hitabı’nı -kaynakçada anmak yetmez- okumak zorunludur. 

Ünlü Beş Şehir yanında, Aydın, Denizli, Adana, Urfa, Gazi Antep, Diyarbakır, Kayseri, Beypazarı, Eskişehir ve İzmir gibi, yenilenen kentleri tanıtacak belgeseller de bekleniyor. 

Evrensel İkilemler / Çelişkiler

Kent uygarlığının yitirdiği kültür değerleri ülkemize özgü değil. Büyük bir bölümü, çelişik-çatışık görünen evrensel ikilemlerdir: Doğa-İnsan, Bilim-İnanç, Kadın- Erkek, İyi-Kötü, Doğru-Yanlış, Birey-Toplum, Varlıklı-Yoksul, Adalet-Güç, Vergi Adaleti-Gelir Dağılımı, Kültür-Teknoloji, Savaş-Barış, vb. 

Bir bölümü, “insan-doğa” gibi Batı kültürüne; bir bölümü; “kadın-erkek” gibi tek Tanrılı dinlere özgü; kimileri “varlıklı-yoksul” gibi çözümsüz görünen ikilemler, büyük bölümü “İyi-kötü gibi felsefe (etik) sorunları, bir kısmı, “doğru-yanlış” gibi ideolojik (düşünsel) ve politik ikilemlerdir. Kısaca irdelersek, çoğu, “adalet ve güç” ya da “birey-toplum” gibi beşeri ve evrensel yanılsamalardır. Eğer kültür varlığı, insan yapısı ise (ki öyle kabul ediliyor), bu türden ikilemler neden evrensel ve çözümsüz ola ki? Toplumlar yanlışları ve yanılgıları düzeltebilir. 

Batı medeniyeti, kendini ‘Doğa’ya egemen olmak’ diye tanımladı. 

Uzak Doğu’da medeniyet, doğayla uyum, barış içinde yaşamaktır. 

Kadın-erkek çelişkisi, egemen erkeklerin kadınlara dayatmasıdır. Dünyada, kadın-egemen toplumlar da vardır. İyi-kötü, görelidir. İyi, sürekli değişen karşıt uçların ortasıdır. Değişimi izleyenler ortayı kolayca bulabilir. 

İrlandalı oyun yazarı Harold Pinter “Her doğruda yanlışlar, her yanlışta doğrular” var sloganı ile 2005’te Nobel kazanmıştı. Birey toplumsal, toplum ise bireylerden oluşan bir varlıktır; ikilem, yönetimdeki Kapitalizm-Sosyalizm rekabetinden besleniyor. İkisi de başarısızdır. Küreselleşen yeni kapitalizmin yol açtığı son bunalımlar ertesinde, dünya yeni bir düzen arayışı içindedir. 

Geriye, Bilim-İnanç, Adalet-Güç ve Savaş-Barış çelişkileri kalıyor. Din-Bilim çelişkisinin çözümü düşünce özgürlüğü; Bilim-Devlet çelişkisinin çözümü özerklik; Din-Devlet çatışmasının çözümü laikliktir. Bu üçlü, kamu yönetiminde Demokrasi- Otokrasi çatışmasını önleyen çözümdür. Adalet-Güç ikilemi, ‘Adaletin gücü’ ve “Adalet, mülkün temelidir” ilkesiyle çözülmüştü. Dünyanın süper güçlü devletleri, madem ki güçlüyüm, dilediğimi yaparım yanılgısıyla bu kuralı çiğnerler ama sonunda hep yenilirler. 

Uygarlık, Savaş-Barış ikilemini çözemedi: “Barış istiyorsan savaşa hazır ol” politikasını izledi. Ne ki, savaşa hazır olmak, barışı sağlamadığı gibi, savaş hazırlığı çoğu zaman savaşlara yol açtı. 

Barış istiyorsak neden barış eğitimi yapmıyoruz? UNESCO Direktörü Federico Major’un 1990’larda, üyelerine yaptığı “Barış Eğitimi” çağrısı, Süper Güçlerin baskısı ile sonuçsuz kalmıştı. Günümüzde savaşları, Savunma –Güvenlik örgütleri yapıyor: “Barış” amaçlı ilahi adalet söylemleriyle, Allah adını anarak… 

“Yurtta barış dünyada barış!” politikasının öncü ülkesi Türkiye Cumhuriyeti; dış politikasını sürdürmekte yalnız bırakıldı, Arap Baharı savaşlarına sürükleniyor. 

Yaşam kürenin Geleceği 

Hangi sürdürülebilirlik? Büyüme mi, yaşam mı? Dünyayı yöneten güçler, “Büyümenin sürdürülmesi” derken, aklı başında çoğu iktisatçılar, barışçı habitatçı’lar ile bilim kurumları, sınırlı bir uzay gemisinde sınırsız büyümenin mümkün olamayacağı gerçeğini savunuyor. Dünyanın geleceği önümüzdeki bir kaç yılda alınacak, etkili kararlara bağlı görünüyor. 

Romalı filozof ve devlet adamı Seneca, bugüne ulaşan bir eserinde “Bunalımlar, erdemleri sergileme fırsatıdır!” diyormuş. Yarışmaya katılan sanatçılarımızın, ‘Tarım Kenti’nden Kent Kültürü’ne geçen Geleneksel Türkiye’nin bazı sorunlarını bir kaç karede sergilemek fırsatını bulacaklarını umuyorum. 

Söz sonu: Gelişmişlik, yoksulların otomobil sahibi olması değil, varlıklı olanların toplu taşım araçlarını kullanmasıdır.

Prof. Dr. Bozkurt GÜVENÇ

Mimar, İnsanbilimci ve Eğitimci

Bozkurt Güvenç, Kabataş Lisesinden sonra bir süre İ.T.Ü.’ye devam etti; A.B.D.’de Ga.Tech, M.I.T.ve Columbia’dan mezun oldu. Hacettepe’nin kuruluşunda görevler aldı. 1969‘da doçent, 1977’de profesör, 1993’te emekli oldu. 1974’de Kültür Müsteşarlığı görevine atandı. 1993-2000 yıllarında Cumhurbaşkanı başdanışmanı olarak Çankaya’da çalıştı. Dördü yabancı dillere çevrilmiş 30 kitabı, beş çevrisi yayımlandı. Başlıca eserleri: İnsan ve Kültür, Kültür Sorunu ve Değişmesi, Japon Kültürü ve Eğitimi, Mantık ve Metot, Yüksek Öğretime Geçiş, Demirel’e Yazdıklarım, Türk Kimliği ve Kadın Sorunlarıdır. Türk Kültür Tarihi’nin kaynakları “The Other ve Der Andere” olarak yayımlandı. Japonya’nın “Yükselen Güneşin Altın Işınları” nişanına laik görüldü. 1997 yılında Akademi Üyeliğine seçildi. Kendisini Cumhuriyetin koruyucusu bir öğretmen olarak tanıtan Bozkurt Güvenç, halen süreli yayınlara denemeler yazıyor. Japon Vakfı burslusu olarak Japonya’da saha çalışması yaptı. Bir Tokyo Üniversitesi’ne araştırma profesörü olarak davet edildi. “Doğan Güneşin Yükselen Işınları” ödülünü kazandı. Smithsonian Enstitüsünün burslusu olarak Wilson Merkezi’nde çalıştı. Türk-Japon Vakfı Kültür Merkezi’nin kurucuları arasında yer aldı. 1997 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’ne şeref üyesi seçilen Güvenç, son yıllarda Yeditepe Üniversitesinde dersler verdi. Halen günlük bir gazeteye haftalık denemeler yazıyor; bir “Kadın Sorunları Sözlüğü” nü yayına hazırlıyor. Güvenç ailesinin dört çocuğu, beş torunu, bir büyük torunu var. Kendisini laik Türkiye Cumhuriyeti’nin koruyucusu bir öğretmen, insan ve kültür tarihinin öğrencisi olarak tanıtan Güvenç’in bilimsel çalışmaları gelişim-değişim, eğitim-yönetim, insan ve kültür sorunları üzerinedir.