“Sanat ve Felsefe Bağlamında Günümüz Fotoğrafına Dair”

Konulu Panel

Geleneksel Türkiye 27. Fotoğraf Yarışmasının Ödül Töreni, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde 14 Ocak, 2023, cumartesi günü değerli sanatçılar, fotoğrafçılar ve sanatseverlerin katılımıyla gerçekleşti.  Ödül Töreni programında, “Sanat ve Felsefe bağlamında Günümüz Fotoğrafına Dair” konulu panel de yer aldı. Paneli Yazar ve Kuratör Sayın İbrahim Karaoğlu yönetti. Fotoğraf Sanatçısı ve Yazar Sayın Çerkes Karadağ, Fotoğraf Sanatçısı ve Akademisyen Sayın Murat Germen ve Fotoğraf Sanatçısı ve Akademisyen Sayın Mehmet Arslan Güven panelist olarak katıldı.

Bu metin Panel’in kısa bir özetini sunmaktadır:

İbrahim Karaoğlu: Tüm sanatların felsefeyle ilişkisi vardır. Fotoğrafı da felsefe anlamlandırıyor ve onu açımlıyor. Bugün son dönem bizim sanatımızın çok önemli temsilcileriyle birlikteyiz ve onların fotoğrafımızın bugünkü durumu ve felsefe ile olan ilişkisine ilişkin söyleyecekleri çok önemli. Çok değerli ustalarımız var. Gerçekten panel konusu başlığı çok sevdim. Yani sanat ve felsefe bağlamında günümüz fotoğrafına bakmak. Bu çok önemli bir şey. Biraz sonra onun açılımlarını yapacağız ve estetik dediğimiz şeyin aslında tüm sanatlarla felsefe arasındaki en önemli ilişki olduğunu ve estetik biliminin bakışıyla sanatı çok daha iyi yansıttığımız üzerine konuşacağız.

Biliyoruz ki sanatın binlerce tanımı var, fotoğrafın da çok tanımı var ama fotoğrafın ortalama bir tanımından gidersek, kısaca anın betimi diyebiliriz belki. Fotoğrafta binlerce sözcükle anlatamadığımız şeyi çok anlık bir şeyde bize anlatıyor ve onun için de çok farklı bir yerde duruyor. Şimdi bunu şöyle bir noktadan bir bakış geliştirerek açımlamak istiyorum. Sonuçta bir görme biçimi fotoğraf ve bunu bize ne kadar estetik ne kadar anlamla sunarsa o kadar kendi içine çekiyor ve hemen aklıma görme okulu geliyor; biliyorsunuz dünyadaki belki de ilk deneyimidir Kokoschka’nın Salzburg’da kurduğu görme okulu. Savaş sonrası dönemde kurulmuş bir okuldur. Kokoschka çok enteresan bir sanatçı. Hem Birinci hem İkinci Dünya Harbini yaşamış bir insan ve pek çok sanatçıyı 58’lerden başlayarak dünyanın her yerinden oraya çağırarak, orada görme okulunda çok farklı bir deneyim yaşamalarını sağlamış, sanırım bizden de fotoğrafçı olarak giden tek sanatçı Şahin Kaygun’dur.

Bunu özellikle açıklamak istiyorum, çünkü bizim fotoğrafçılığımızın gerçekten çok öncü insanlarından biriydi. Kısaca daha Osmanlı döneminde belgesel fotoğraf var. İkinci Abdülhamit döneminde bilirsiniz salıverilecek, aftan yararlanacak mahkumlar bile Abdülhamid’e fotoğraf olarak sunulur. Fotoğrafa bakarak onlar hakkında karar verir. Tam bir belge. Harp Okulu öğrencileri alınacak fotoğraflar üzerinden seçilir gibi, sonra Cumhuriyetin ilk yıllarıyla, yaklaşık 60’lı yıllara kadar daha cumhuriyetin romantizmi üzerinden bir fotoğraf var. Sonra yetmişli yıllarla birlikte bir toplumsal gerçeklik üzerinden fotoğraf var, ama seksenden sonra aslında her 3 arkadaşımızın da belki en ortak paydasındaki en ortak şeylerinden birisi, daha sanatsal farklı arayışlar içerisinde olan çok farklı görme biçimleri bize sunan fotoğraflar var. Şahin Kaygun’u gerçekten saygıyla anıyorum. Oradan çok farklı tatlar ile döndü ve bize deneysel fotoğraf denilen bir fotoğraf türünü sundu. Sonra da bizim geleneksel olarak Osmanlı’dan başlayıp fotoğrafın daha ilk Türkiye’ye geldiği dönemden başlayıp bugüne kadar uzanan zaman diliminde gelişti.

Tabii ki ödül alan arkadaşlarımız, onlar zaten kıymetlilerimiz ve bu ödülle de çok daha anlamlı bir şeye geldi. Şimdi ben şunu sorgulamak istiyorum. Bu kuşak, yani sevgili Çerkez Karadağ’ın, Murat Germen’in, Mehmet Arslan Güven’in kuşağı çok başka bir dil üzerinden çok daha farklı bir sanat dili üzerinden bir fotoğraf gerçekliği oluşturdular ve bunun tabii ki bir felsefesi var; her bir sanatın felsefesi olduğu gibi.

Şimdi sevgili Çerkez Karadağ’dan başlayarak, çünkü o fotoğraf üzerinde çok kitap yazdı, kendisi bir fotoğrafçı olmasına karşın bu işin politikası üzerinden gerçekten çok önemli bir birikim oluşturdu ve şimdi şöyle bir soruyla aslında başlamak isterim; kendi fotoğraf serüveni içerisinde felsefeyi nasıl görüyor? Onun sanat felsefesini oluşturan şey nasıldır? Bununla bağlamlı olarak da günümüz fotoğrafını nasıl görüyor? Bunu çok önemsiyorum.

Çerkes Karadağ: Merhabalar çok teşekkür ederim. Bir kere önce bize bu mekânı açan Kültür Bakanlığı’na ve onun temsil ettiği burada temsilcisi olan sayın müdürümüze şükranlarımı sunmak istiyorum. Bu etkinliği hazırlayan Aktiffelsefe Kültür Derneğinin çabalarını da görmezden gelemeyiz. Çok büyük bir uğraş verdiler ve ben şunu söylemek istiyorum; özel olarak hayranlık duyduğum Hitit Uygarlığının eserleri arasında konuşmak, konuşmamdan daha büyük heyecan veriyor bana. Tabii böyle sfenksleri, duvar kabartmalarını, yani milattan 5.000 yıl öncesini görmek başlı başına bir güzellik. Hepinize bu güzelliği yarattığınız için teşekkür etmek istiyorum.

Sevgili İbrahim benim fotoğraf serüvenimde nasıl bir yol izlediğimi sordu. Ben de dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışayım. Benim fotoğrafa başladığım dönemlerde bir fotoğraf kitabı yoktu. Yani başvuracağınız teknik ve estetik bir kitap yoktu, siyah beyaz fotoğraf nedir, nasıldır diye. Yanılmıyorsam Aydemir Gökgöz, karanlıklarda kalmış bir deha olarak bir kitabıyla hepimizi aydınlattı ama kendisini hiç göremedik ne bir panelde ne bir konuşmasında ne de bir yerde, bir kitabı vardı. Bizim okulumuz hocalarımızdı, ustalarımızdı. İşte ben Ozan abinin atölyesini ayarlamaya çalışıyorum. Ozan abiye fotoğraflarımı göstermeye çalışıyorum ki birileri Mustafa Türkyılmaz’a, İstanbul’da Sami Güneri gibi, böyle kendimize okul oluşturacak, hoca oluşturacak bir atmosfer içindeydik. Benim ilk yaptığım şey; bizi düşünsel olarak etkileyen toplum; toplumsal gerçekliği, kendi fotoğrafıma nasıl taşırım diye yaptığım ilk şey Ağrı’da ve Kars’ta ailenin izlerini araştırarak yaylalarda belgesel fotoğraflar çektim. Bunu 1972’den 1982 ye kadar sürdürdüm. Belki o dönem bir amatör için çıtanın üstünde sayılabilecek bir belgesel çalışma oldu. Neden bunu söylüyorum? Bunun bir bölümü uluslararası panellerde belge olarak sunuldu. Çok değerli hocalar tarafından Türkiye’de etnografyanın kurucusu olan, halk biliminin kurucusu olan, onun kürsüsünü ilk açan Sedat Veyis Hoca’nın uluslararası etkinliğinde yer alınca, yaptığım işin kayda değer bir şey olduğuna inandım. Bu serüven 1980’e kadar sürdü. 1980’de askeri darbe benim hayatımda çok büyük dönüşümlere yol açtı.

Belge yetmiyor böyle şeyleri anlatmaya. O zaman dedim fotoğraf anlayışını yeniden gözden geçir ve bir-bir buçuk yıl hiç fotoğraf çekmedim. Sadece kendimi tartmaya çalıştım. 1980’den sonra konularımı, oturup güneş kovalayacağıma sokakları, dağları, bayırları kovalayacağıma, kendi temalarımı kendim yaratayım diye. Büyük bir iç savaş vererek, kendimle bir savaş vererek, fotoğraf anlayışıma yeni bir çizgi geliştirmeye çalıştım. Önce soyutlamalar yaptım. Renkli tamamıyla bir insanın doğrudan beğenisine seslenen, yani yeniden düşünmesine gerek kalmayan işlemlere yöneldim. Bir süre sonra onu da terk ettim.

Beni çarpan etkinliklerden biri bir Kültür Bakanının balerinleri konu etmesiydi ve balerinleri, çok özür diliyorum, olumsuz bir tabir ile suçladı. Böyle basına da yansıyınca bendeki ilk şimşek çakıldı. Birkaç zaman sonra Kültür Bakanlığı’nda yeni başlamış memurum. Dediler ki bak sen yetenekli bir çocuksun, konservatuvarda fotoğraf çeker misin? İlk defa orada, gittim bale öğrencilerini yakından gördüm. Sonra bütün anlayışım bu kötülük simgesi seçilen balerinler üzerinden oluşmaya çalıştı. Yani şiiri, müziği, dansı ritmi zarafeti üstünde taşıyan bir sanat dalı benim kurtarıcım oldu. Ve oradan hareketle 1993’e kadar bu çalışmayı sürdürdüm. Zaman zaman İstanbul’a gittim. Balerinlerle fotoğraflar çektim. Daha sonra bu fotoğraflar bir albüm olarak yayınlandı ve ben de beni motive eden o ilk şeyden sonra onun tadına varmaya başladım. Bugün eğer benim fotoğrafım bir yerlerde belli merkezlerde ya da mecralarda konuşuluyorsa en önemli nedenlerinden biri benim bu balerin çalışmalarımdır.

İbrahim Karaoğlu: Pardon, özür dilerim. Onun bir de kitap haline gelmesini de anlatırsan iyi olur. Çünkü belki bilmeyenler vardır.

Çerkes Karadağ: Şimdi, kitaplar bu ülkede zor, özellikle fotoğraf yayınları çok zor. Ben kitaplarımı matbaada basılacak gibi bir ön çalışmayla hazırlardım. Hazırladıktan sonra yayıncının önüne koyduğumda yayıncı hiç vazgeçmezdi. İlk kitabın nüansı İstanbul’da, bir İstanbul dönüşünde orada fotoğrafçı dostumun önerisiyle, Orhan Cem Çetin’in önerisiyle, bunlar kitap olmalı dedi. Çalışmaları zaten maket yapmıştım iner inmez Ankara’da dost kitap evine gittim. Erdal Bey’in karşısına çıktım, Erdal Bey dedim, ben bunları kitap olarak görmek istiyorum, siz ne dersiniz? Dedi ki “yahu dedi, ben hep böyle bir kitap basmak istiyorum. Böyle radikal bir kitap. Ama yayınevini kapattım, ne olacak şimdi?” dedi. Sonra durdu, bir dakika düşündü; “Tamam, bu da yayınevinin son kitabı olsun.” dedi ve biz 20 gün içinde ilk albümümü bastık. Ardından çorap söküğü gibi geldi. Neden geldi? Çünkü ben yayıncıları ikna etmiştim, ikna ettim. Sanat yayıncılığı eğer Ankara’da biraz gelişmişse benim çorbada tuzum olduğunu rahatlıkla itiraf edebilirim.

Şimdi tabii felsefi bağlamda sordu bana, benim çalışmamın altında politik, felsefi bir alt yapı vardı. Çünkü bir sanat dalı kötüleniyor ve ben bunun zarafet kısmını, sanat kısmını “sanata nasıl taşırım”ın kaygısına düşmeye başladım. Eğer bir tanık olarak balerin fotoğraflarını çekersem, benden çok daha iyi Devlet Opera Balesi’nde fotoğrafçılar var. Onlar balerinleri istediği gibi durduruyor. Hareketlerini yeniden, yeniden çekiyor. Böyle şansları var. Benim neyim var? O zaman ben sanat eğitiminin bana verdiği müdahaleci yanı devreye koydum. Ben bale sanatını anlatmak istemiyorum burada, ben balerinler üzerinden yaratılmış bir kaosun görsel karşılığını elde etmek istiyorum. Benim konum baleyi anlatmak değil ki, daha doğrusu fotoğrafta anlatmak gibi bir kaygım yok. Halen de o görüşlerim aynı. Fotoğrafta bir şeyi anlatmak istemem ama duyumsatmak isterim. Bir iç deprem yaratmak isterim. İzleyicinin zihin dünyasını ele geçirmek isterim. Bir anafor yaratmak isterim ama bir şey anlatmak istemem. Çünkü TRT var anlatacak, YÖK var, daha bir sürü kurum var. Ben de bu mecrada balerinleri stüdyoya taşıdım ve stüdyoda kendi özgün müdahalelerimi gerçekleştirmeye çalıştım. Onları anlatımcı bir çizgiden ifade eden, temsil eden, tasvir eden bir çizgiye doğru taşıdım. Böylece fotoğrafımda kendime bir yol ve alan açtım. Bunlar daha sonra beni fotoğraf estetiği ve felsefesi konusundaki yazın çalışmalarıma iten en önemli motivasyon aracı oldu.

İbrahim Karaoğlu: Çok teşekkür ederim. Yalnız ben bir şey daha sormak istiyorum demin atladım çünkü çok heyecanla başladım. Şimdi bizim fotoğrafımızda mesela Rahmizade Bahattin’in 1900’lerin başlarındaki girip de çektiği o fotoğrafları Japon boyalarıyla boyayarak, daha böyle bir Japon esnafları tadında sunmasını çok önemsiyorum. Yani bana daha sanatsal bir tavır olarak geliyor. Yine senin de okulun olan yani Gazi Eğitim’de Şinasi Barutçu’nun 30’lu yıllarda başlayıp, aslında bir yazı hocası olarak başlayıp, arkasından bir fotoğraf şeyi oluşturup sanırım 50’li yıllar… Bunlar bugün bile yeni yeni yapılan pek çok şeyin uçları aslında. Onları nasıl değerlendiriyorsun? Yani bizim fotoğraf sanatımızın geçmişten getirdiği böyle çok dinamik şeyleri nereye koymalıyız? Tabii ki buna en son Kaygun’u da eklemek istiyorum. Çünkü onu ölümünün 30. yılında da rahmetle anıyorum. O da yine deneysel fotoğrafçılığın çok önemli lokomotiflerinden birisi oldu. Onları nasıl değerlendiriyorsun? Bunu çok merak ediyorum.

Çerkes Karadağ: Ben hiç fotoğraf tarihine girmedim, dikkat ederseniz. Aslında Türkiye fotoğraf tarihinin öncüsü Sultan Abdülhamid’dir. Çünkü ikinci meşrutiyet demin az buçuk dokundun, ama işin özüne daha giremeden ikinci meşrutiyet yapıldığında ve tahttan indirildiğinde Sultan Abdülhamid’in sürgüne gönderilmesinin bir nedeni de bir stüdyosunun görülmesi. Sarayda bir stüdyo ile karşılaşmaları ve orada gavur icadı olan ve kafir olarak adlandırılabilecek bir şekilde mahkûm edildiğine dair şeyler var.

İbrahim Karaoğlu: 800 aydın var çünkü o dönemde.

Çerkes Karadağ: Ayrıca ondan önce de ondan sonra da şey var mesela Abdülmecid, Abdülaziz döneminde de dış tanıtım için Pascal Sebah & Guillaume Berggren’e, Abdullah Biraderler’e ya da Abdullah Frerers’e, başka birkaç Osmanlı fotoğrafçısına albümler hazırlatıldığını ve bu albümlerle…

İbrahim Karaoğlu: Çok özür diliyorum, biraz çağdaş ve model anlamında…

Çerkes Karadağ: Cumhuriyet döneminde aslında cumhuriyete girerken önemli fotoğrafçıların çoğu Çanakkale Savaşı’nda kaydedilmiştir. Bunların o gazete fotoğrafçıları, basın fotoğrafçıları önemli bir oranda kaybedilmiştir. Gayrimüslim olanların önemli bir bölümü de ülkeyi terk etmiştir. Yani en son Sebah & Guillaume Sabah’a devretmiştir, asistanına.

Bazı tarihler de yanlış olarak biliniyor. Mesela Türk Sineması tarihi Fuat Uzkınay’ın çektiği Ayastefanos Anıtı’nın Yıkılması görüntüsü olarak adlandırılır ve o görüntüyü nedense görmeyiz. Yani 1980’de Foto Rıza adıyla Atatürk Bulvarı’nda bir binanın dokuzuncu katında bir fotoğrafçı ressamla röportaj yapmıştım. Bu röportajda bizim fotoğrafçı Sabah’ın asistanı olarak çalışıyor ve Cumhuriyetle beraber Ankara’ya geliyor. Ankara’da heykeltraş Krippel ile çalışıyor. Krippel, Ulus Atatürk Heykeli yaparken, oradaki İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve diğer devlet zevatının portrelerini çekmek üzere bunu sık sık köşke yolluyor ve akşam gün batımına bakarken bu fotoğrafları çek diyor. Neden bunları diyor? 30 Ağustos’ta heykel öyle yerleştiriliyor ki, Ulus meydanına 30 Ağustos’taki güneş bu devlet zevatının silüetlerini bütün objektifliği ile, bütün gerçekliğiyle koyuyor.

Sonra 1950’lerde bulvar açılıyor, heykelin kaidesi değişiyor, o büyü de bitiyor. Yıllar sonra Burçak Evren beni aradı, dedi ki Ayastefanos Anıtının Yıkılmasını belgeleyen Zabit Fuat Uzkınay değil, Foto Rıza’dır. Araştırmış, incelemiş Genelkurmay arşivlerine bakmış. Cumhuriyet döneminde bir kısım fotoğrafçı Çanakkale’de kaybolmuş, bir kısmı Ankara’ya gelmiş, Atatürk’ün yanında devletten iş alırım diye. İşte, Weinberger geliyor, Cemal Işıksel geliyor, Atatürk’ün fotoğraf zabiti var. Ondan sonra Cumhuriyet’in Ankara’da yetiştirdiği önemli fotoğrafçılardan Aile fotoğrafhanesinin sahipleri var, Osman Darcan var. Çok değerli isimler var. Yalnız Cumhuriyet dönemindeki bu entelektüel fotoğrafçılar bana aynı sıcaklığı vermedi. Çünkü bunların çoğu akademik eğitim alırken, yurt dışında gezilere katılırken daha çok öykündüler. Mesela ben rahmetli Baha Gelenbevi’yi tanıyorum. Yetmişlerden, yetmişlerin ortasında açılan sergilerden birinde gitmiş tanışmış, elini öpmüştüm. Baha Gelenbevi’nin ünlü bir Viyola Kadın var. Bu Viyola Kadın, biz yıllar yılı hep Baha Gelenbevi’ye ait olduğunu hissediyorduk. Ancak internet ortaya çıkınca kitaplar yayınlar çoğalınca anladık ki o Man Ray’in ünlü bir eseriymiş. Ya da Oskar Kokoschka ve Bauhaus okulunda çalışan epey insan var, bizim yerli öğrenciler var. Bunların birisi Şinasi Barutçu ve onun asistanı Kemal Gökaydın’dır.

Şinasi Barutçu, 1926 da Gazi Terbiye Enstitüsü’nün fotoğraf bölümünü kurunca, ilk defa fotoğraf akademik çevreye giriyor. Türkiye’de ilk bir fotoğraf eğitimi veren laboratuvar, atölye bizim Gazi Eğitim’de açılıyor ve ben de o hevesle zaten Gazi Eğitim’e gitmiştim. İstanbul’da gözüm Mimar Sinan’daydı. O zaman Mimar Sinan değil de Güzel Sanatlar oluyor tabii. Nitekim girmiş çıkmıştım sınavına. Fotoğraf bölümü vardı diye okudum. Şinasi Barutçu, bu ülkede fotoğraf sanatına gerçekten gönül vermiş en sadık, en bilgili, en birikimli isimdir ve attığı temeller de hepimizi ortaya çıkaran bir sürecin sonucundadır. Bir öncül ama neyin öncüsü? Sanat ve amatör fotoğrafçılığın öncüsü. Profesyonel fotoğrafçılık başka bir mecrada devam etti. O hiç bu işlere bulaşmadı. Dolayısıyla ben işi Şinasi Barutçu’da bırakayım. Çünkü Şinasi Barutçu, Türkiye’de amatör fotoğrafçılığın da başlangıcını yaratmış, sanatsal fotoğrafçılığın, bir de çağdaş fotoğrafçılığın da öncülerinden biridir. Geçen yıl İstanbul’daki bir sergide, bütün boyutlarıyla bir Şinasi Barutçu anlayışı var ve öğrencisi de Süleyman Saim Pekcan’ın nezaretinde açılan önemli bir sergi. Ben fotoğrafımızın geldiği serüveni bu noktada bırakayım ama asıl fotoğraf altmışlarda Ozan Sağdıç ağabeyimizin içinde bulunduğu bu kuşakla başlatılmıştır.

İbrahim Karaoğlu: Şimdi de sevgili Murat Germen’e soruyorum. Sizin fotoğrafçılığınızın felsefeyle ilişkisini, gelişim evrelerini, neler söylemek istersiniz.

Murat Germen: Şehir plancısı ve mimar olarak yetiştim. Bu her iki alanda da fotoğraf konusunda tecrübeli olmanın mesleki anlamda önemi vardı. Bir bina yapılmadan önce o binanın yerleşeceği büyük kentsel bağlamı göstermek, çevredeki mevcut mimarinin niteliklerini belgelemek önem arz ediyor. Fotoğraf, mimarlık ve kent planlama eğitimleri aldığım dönemlerde hayatımda hep bir hobi olarak yer aldı. Mezuniyet sonrası kent plancılığı ve mimarlığın çok büyük bütçeler gerektirdiğini, çok büyük paranın olduğu yerde ise özgürlük olmadığını keşfettim. En sevdiğim hobim olan fotoğraf hayatımın merkezine oturmalı diye düşündüm. Şu anda hayatımı sadece fotoğrafla kazanıyorum; Sabancı Üniversitesi’nde fotoğraf dersleri veriyorum, bedeli karşılığında profesyonel kent ve mimarlık fotoğrafı çekimleri yapıyorum, çeşitli ölçekteki sanat kurumları ile iş birliği yaparak fotoğraf temelli sanat eserleri üretiyor ve satıyorum.

İşin felsefe boyutundan bahsetmek gerekirse, sanat ve felsefeyi bir araya getirdiğimiz zaman pratikle teoriyi de bir araya getirmiş oluyoruz. Sanat işin pratik yönü, felsefe işin teorik yönü. Bunlar arasında sağlıklı bir ilişki olması gerektiğini düşünüyorum. Batıdan birçok felsefe metni çıktı biliyorsunuz ve bunların önemli bölümü hâlâ okuyoruz, okutuyoruz. Dikkat ederseniz önemli felsefe metinlerinin hep teknolojisi ileri ülkelerden çıktığını görürsünüz. Şöyle anlatmaya çalışayım: Siz bir yeni icat yapıyorsunuz ve o icadın ortaya çıkardığı bir ürün, bir cihaz var; Latince “apparatus” deniyor buna. Bu cihazı belli bir süre kullanmanız sonrasında deneyim adı altında toplanan çeşitli bilgi parçacıkları çıkıyor ortaya. Örneğin; su 100 derecede kaynar, demir 1535 derecede erir, beton basınca ahşap çekmeye dirençlidir, cam kırılgan taş dayanıklıdır, yün sesi izole eder metal ise taşır gibi çeşitli bilgi parçacıkları var. Bu verilerin zamanla birikmesinden oluşan bütüne tecrübe diyoruz.

Daha sonra mesleğin içinden değil ama başka bir açıdan, kutu dışından bakan birisi geliyor ve bu tecrübe dediğimiz bilgi parçacıklarını hiç daha önce başkasının birleştirmediği bir şekilde birleştirmeye başlıyor. Felsefeci dediğimiz bu kişi mekanik, fizik, somut mühendislik ilişkilerinden daha çok soyut, düşünsel, kavramsal, etkileşimsel, toplumsal, siyasi ilişkilere odaklanıyor. Bu sağlıklı bir felsefe, neden? Çünkü pratikten besleniyor ve bağlamsal olarak üretiliyor, ampirik ve elle tutulur bir yola çıkış noktası var, teknolojiyi üreten toplum için üretiliyor ve ithal değil aksine ihraç ediliyor. Biz ise felsefenin çoğunluğunu ithal ediyoruz ve başka toplumlarda yaratılmış bir düşünsel içeriği kendi toplumsal bağlamımıza uyarlamadan tüketiyoruz, bunun sağlıklı olmadığını düşünüyorum.

Sabancı Üniversitesi’nde tam zamanlı öğretim görevlisiyim, makale yazmamız bekleniyor bizden. Aynı zamanda profesyonel fotoğrafçıyım ki, bundan çok memnunum, çünkü profesyonel fotoğrafçılıkta belli kalitede bir beceri ortaya koymanız şarttır. Müşteriye belli bir nitelikte iş teslim etmezseniz size iş gelmemeye başlar. Sanatta durum ille de böyle değil. Son zamanlara baktığımızda sanatın zanaat odaklı değil kavram odaklı olduğunu görüyoruz. Bu yüzden teknik yeterliliğin çok üst düzey olması beklentisi yok. Teknik açıdan baktığımız zaman kusurlu, sorunlu sayabileceğimiz fotoğrafların içindeki söylem güçlüyse sanatçı söylemini devam ettirebilir. Hatta bunun bir estetik haline getirildiğini bile gözlemlemek olası; yeni fotoğraf eğilimlerinde ya kusurlu içeriklerin belgelenmesi ya da fotoğrafın ta kendisinin teknik olarak kasten kusurlu çekilmesinin tercih edildiğini görebiliyoruz.

Kendimi ifade ederken sıklıkla kente dair içerikleri konu ediniyorum. Bazı fotoğrafçılar insanı izler, ben ise insanın yaptıklarını, yeryüzünde bıraktığı izleri izlemeyi tercih ediyorum. Kenti izlemek insanı izlemek demek benim için, her kültürün kentleri farklı şekillerde şekilleniyor; her ne kadar kapitalizmin fallik sembolleri olarak gökdelenler neredeyse her yerde dikilmeye başladıysa da… Kentlerin fotoğrafik tasvirlerini üretirken bazen çok büyük ebatta baskılar kullanmam gerekebiliyor ve bunun için çözünürlük anlamında teknik yeterlilik gerekiyor. Düşük çözünürlükte bir fotoğrafı çok büyütürseniz ortaya berbat çamur gibi bir sonuç çıkar. Burada işin teknik yönü konusunda ehil olmanın, doğru donanım ve yazılımı doğru şekillerde kullanıyor olmanın önemi ortaya çıkıyor.

Diğer yandan beyan meselesi var. İngilizce “artist statement” olarak adlandırılan sanatçı beyanı sanatçının nereden yola çıktığını, genel olarak nelerle ilgilendiğini açıklar. Şahsen okulun benden beklediği akademik teorik makale üretimini büyük çoğunlukla kendi pratiğime yönlendirmeye çalışıyorum. Kendi pratiğimin üzerine bir teori metni ürettiğim zaman sağlıklı ilişki bir oluşuyor; laf olsun torba dolsun diye teori yazmamış oluyorum; birisi benden işlerim hakkında konuşmamı istediği zaman da kağıda bakmadan uzun sürelerle konuşacak kadar “hazır” halde oluyorum. Buna ek olarak, drone veya motorize panorama kafası gibi yeni teknolojinin tüm olanaklarından faydalanmayı seviyorum, bilgisayarımda farklı amaçlarla kullandığım tonla yazılım yüklüdür, birçok gencin haberi bile olmadığı. İşin felsefi boyutunu teknolojik yönü ile harmanlayıp güncel ve özgün bir referans metni üretmek için çaba gösteriyorum.

Genel bazı saptamalar da yapmak istiyorum, müsaade ederseniz. Önceleri kurgusal bazı işler yaptım. Bunlar stüdyo ortamında üretilmiş kurgular değil, daha çok yazılımlarla desteklenen bazı kurgulardı. 2013’teki Gezi Direnişi benim için bir kırılma noktasıdır, orada daha önce Türkiye’de hiç olmamış şeyler gerçekleşti; çok spontane, samimi ve güzel kardeşlikler kuruldu. Şöyle hissettim: “Türkiye’de öyle şeyler oluyor bitiyor ki, özellikle de Gezi sonrasında olan biten gelişmelere baktığımız zaman, benim kurguyla uğraşmama gerek yok. Zaten ortada acayip bir kurgu var. Ben bunu belgelesem yeterli!” Diğer yandan belge, bilgi, delil, arşiv üretmenin ne kadar önemli olduğunu idrak ettim. İstanbul’u yakından izleyen gözlerden birisi olmayı amaçladım, görev edindim. Çektiklerimin hepsini kullanmasam, paylaşmasam da bir kenarda durmalılar, çünkü arşiv önemli. Arşiv nedir? Belge demek. Arşiv nedir? Bellek, delil demek. Kent suçu olmuş bitmiş ve değerli bir kentsel mirasımızı kaybetmiş olabiliriz, hiç olmazsa bir kaydı bulunmalı ki hem suçu ispat edebilelim hem de elimizde mirasımıza dair bir kayıt bulunsun. Örneğin, 2. derecede tarihi eser rekonstrüksiyonlarında fotografik belge çok önemli, yeniden inşa edilecek binanın eskisine benzemesi gerekiyor ve eski fotoğrafları bulunamazsa süreç çok zorlaşıyor.

Bu yüzden, işin sanatsal yönü dışında, bellek ve delil üretimi olarak gördüğüm bir belgesel fotoğraf eylemi içindeyim ve arşivimde RAW formatında durup da bilgisayarda Photoshop’ta henüz açmadığım 100 binlerce, belki de milyonlarca fotoğraf var. Günün birinde arşivim birilerinin eline geçerse, bu fotoğrafları ilk defa onlar açacak. Neden buna bu kadar önem veriyorum? Çünkü veri zamanımızın en değerli varlıklarından. Bir zamanlar dünyanın en değerli markası Coca-Cola iken şu an dünyanın en değerli markaları Google, Facebook, Oracle, IBM, Apple vb. Neden? Ellerinde çok değerli milyarlarca kullanıcı verisi var, bunlarla seçimleri bile etkileyebiliyorlar. Örneğin yakın zamanda Facebook’un Cambridge Analytica iş birliği ile İngiltere’deki seçimleri etkilediği öne sürüldü. Economist adlı Amerikan ekonomi dergisi, geçenlerde yayınladığı sayıların kapaklarının bir tanesinde “Data is the new oil” yani “veri yeni petroldür” anlamına gelen bir görseli kullandı. Ben de naçizane kendi veri bankamı oluşturmayı amaçlıyorum. Bunun yaşadığım, doğduğum ve doyduğum coğrafyaya bir borç olarak görüyorum.

Kısa birkaç saptama daha. Türkiye olarak dünyada yer edinmiş bir fotoğraf ekolümüzün olmadığını düşünüyorum. Şu sıra fotoğraf ekolleri en güçlü iki ülke var, çok iyi örnekler kazandırıyorlar dünyaya: Almanya ve Japonya. Her iki ülke de teknolojide öncü ülkeler. Bir ekolün ortaya çıkabilmesi nesiller arasındaki iş birliği ile mümkün ancak. Her nesil kendi bildiğini üretmeye devam eder ama bunları bir araya getirmesi gereken küratörler, müze direktörleri, sanat tarihçileri, vb. nesiller arasındaki bağları kurabilirler ancak. Bizde farklı nesilleri bir araya getiren çok fazla sergi göremiyoruz maalesef. Halbuki bir araya gelinse, içerik kronolojik bir şekilde düzenlense de izleyiciler Türkiye’deki fotoğrafın nereden nereye gelmiş olduğunu bir görebilse.

Kültür ve sanat dünya üzerinde bir devletin ben varım diyebilmesi için, masaya yumruğunu koyabilmesi için en önemli bileşenlerden birisidir, hatta daha da ileri gideceğim en önemli bileşen diyeceğim. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyette bu gözetilmiş; hakikaten vizyoner bir adam, son zamanlarda olan biteni gördükçe ne yapmaya çalıştığını çok daha iyi anlıyorum. Kendisi Cumhuriyet’i kurup devrimleri gerçekleştirdiğinde, kültür ve sanatın bir ülkenin küresel ölçekteki varlığına ne derece büyük bir katkısı olduğunun farkında idi. Ulusal stratejilerini buna göre kurarak kültür sanat üretiminin artması için gerekli kurumsal ve toplumsal yapıyı kurmak için devasa bir çaba gösterdi. Uluslararası düzlemde ise Nazi zulmünden kaçan değerli kültür-sanat-tasarım ve bilim insanlarını ülkeye davet ederek küresel arenada söz sahibi olmak konusunda da ne kadar vizyon sahibi olduğunu ispat etti. Ömrü ne yazık ki kültür-sanat devrimini tamamlamaya yetmedi ve temeli güçlendirmek için gerekli bazı adımlar atılamadı.

Askeri, siyasi stratejilerden daha önemli bu alanda öne geçmek. Şu an dünyayı kontrolü altına almış çeşitli ülkelere baktığımızda, dünyanın en bilinen müzeleri kültür ve sanata yatırım yapmış vizyoner ülkelerdedir. İleri konumdaki ülkelerin kendi kültür-sanat üreticilerini nasıl sahiplendiklerine ilişkin somut bir örnek vereceğim. Sovyetler Birliği’nin 1940-50 arası dönemde iyice güçlenmesi, Amerikan entelektüellerinin sosyalizme kayması 1950’lerde Joseph Raymond McCarthy’nin başını çektiği ve dünya tarihine en olumsuz etkilerden birisini yapmış olan aşırı sağcı McCarthyizm kampanyasının başlamasına neden oldu. Salt sosyalizm ve komünizm karşıtlığı yapmak adına, sol tandanslı Amerikan entelektüelleri; işinden olma, işkence görme, hatta kayıp edilme gibi eziyetlere maruz bırakıldılar. Irwin Winkler’ın yönetmenliğini yaptığı, Robert De Niro’nun başrol oynadığı 1991 tarihli “Guilty by Suspicion” adlı filmde bu korkunç zulüm konu edilmiştir.

Bu baskı sonrasında Amerikan aydınları iyice sola kaydı ve ülke değerli kültür-sanat, bilim insanlarını kaybetmenin eşiğine geldi. McCarthyizm sonrasında Amerikan devleti “ya sev ya terk et” kafasını benimsemeden, doğru bir stratejik karar vererek aydınlarını ülke içinde tutmaya karar verdi. O sıralarda Amerikan soyut dışavurumculuğu yükselişte idi ve CIA Amerikan sanatının dünyaca tanınması için, sanatçıların haberi olmadan, çeşitli önemli Avrupa sanat etkinliklerindeki gösterimlere, sergilemelere gizli bir şekilde destek sağladı. 1966 doğumlu İngiliz gazeteci ve tarihçi Frances Hélène Jeanne Stonor Saunders, bu desteği belgeleri ile konu edindiği “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: Sanat ve Edebiyat Dünyasında CIA Parmağı” isimli bir kitap yazdı. Soğuk Savaş’ın civcivli günlerinde ABD, Batı Avrupa’da gizli kültürel propaganda programına büyük miktarda para ayırmıştı; Amerika’nın Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) bu programı büyük bir gizlilik içinde yürüttü. Dergiler yayımlanıyor, sergiler açılıyor, tanınmış kişilerin katıldığı uluslararası toplantılar düzenleniyor, ödüller dağıtılıyor, konser ve sergi olanakları sağlanıyordu. Tek amaç uzun zamandır Marksizm ve Komünizme yakınlık duyan aydınları yavaş yavaş “Amerikan tarzı” bir bakış açısına kaydırmaktı.

McCarthyizm zihniyeti ne yazık ki 1950’lerden bu yana neredeyse aralıksız iktidara gelen sağ tutucu iktidarlar aracılığı ile Türkiye’ye de sirayet etti. Aydınlara hep tehlikeli insanlar gözüyle bakıldı ve Amerika’daki gibi bir iade-i itibar ne yazık ki yapılmadı. Sağ iktidarların kültür-sanat stratejileri hiç olmadı, bu konuda adımlar atmanın ülkenin bekası için ne kadar önemli olduğuna hiç ayamadılar! Kültür-sanat üreticileri hep zan altında bırakılıp güvensiz hissettirildiler, özgürce kendilerini ifade edemediler, ettiklerinde ise göz altına alındılar ya da hapse atıldılar; ülkenin daha uygar, özgür ve çoğulcu bir yer olması için yaptıkları eleştirilere hiç kulak verilmedi. Bu tavır öyle bir yere geldi ki “desteği bırak, köstek olunmasın yeter!” demeye başladık.

Şunu demeye getiriyorum: Dünyanın en kalabalık ülkelerinden birisiyiz ama küresel sanat arenasına baktığımızda ilk akla gelen 100 tane sanatçının içerisinde ne yazık bir Türk sanatçı yok. Bunun nedeni bizim daha sıradan sanatçılar olmamız mı? Hayır, kesinlikle değil; asıl neden bizim kendimizi yeteri kadar dünyaya satamıyor olmamız. Bunu çözmenin tek yöntemi var. Çözüm büyük sermayedarların devlet kültür-sanat politikalarıyla birlikte eş güdümlü bir şekilde vizyoner iktidarlarla bir araya gelip, bu ülkenin sanat ve sanatçılarını dünyaya lanse etmesidir, başka türlü olmaz. Bir yerden sonra liyakat yok, promosyon çalışması var. Yüksek meblağlı bütçelerin bu amaç için ayrılması gerekiyor.

Son olarak, İbrahim Bey’in güncel fotoğrafla ilgili bir sorusu vardı, hem küresel ölçekte hem de Türkiye’de yerel ölçekte yeni nesil tarafından tercih edilen fotoğraf eylemine dair bazı saptamalarım var. Eskilerde klasik bir estetik anlayışı vardı ya fotoğrafta; artık ona ters duran, tepki veren bir tavır var. Işık, kompozisyon, klasik estetik kuralları önemsenmiyor; çünkü sanatta da zanaata kontra çeken benzer bir tavır var. Genç insanların klasik estetik karşıtı tavırlarını çok da yadırgamamak lazım, değişim normal ve gerekli. Ama estetik karşıtı tavrın yeni bir estetiğe evrildiğini de unutmamak gerekiyor; sisteme karşı olup kendi siyasi tavrını sistemleştirenlerdeki gibi bir tutarsızlık söz konusu olabiliyor.

İbrahim Karaoğlu: Öyle mi?

Murat Germen: Bir sürü yeni çalışmada sıklıkla gördüğüm, ezbere bir kusursuzluğa karşı durma savıyla öne çıkarılan kusurluluğa övgü eyleminin kendisi, eleştirdiği sistemin kendisine dönüşüyor. Üstelik bu kusurluluk fotoğrafçılığı pek yeni bir şey de değil. Nasıl güncel sanatta hazır nesne kullanımını başlatanlardan Marcel Duchamp ilk işini üreteli beri bir asırdan fazla oldu, Nan Goldin de fotoğrafın o zamanki klasik teknik dogmatik kurallarını yıkıcı nitelikteki serisi “The Ballad of Sexual Dependency” adlı çalışmasına neredeyse yarım asır önce başladı.

Fotoğrafta biliyorsunuz “decisive moment” (karar anı) diye adlandırılan doğru zamanda anı dondurmak olarak özetleyebileceğimiz bir eski yaklaşım var. Derslerde bu yaklaşımı benimseyen ustalardan fotoğraflar gösterildi hep. Ama bu eskisi kadar önemsenmiyor. Artık an yakalamaktan çok an yaratmaya yönelik bir fotoğrafçılık var; çeşitli kurgusal çalışmalarla daha önce yaşanmamış anlar yaratılıp, onların fotoğrafı çekiliyor. Yakalamakla ne uğraşacağım, o istediğim anı ben yaratayım, onu fotoğraflayım diyor fotoğrafçı. Aslında gayet mantıklı.

Güzelleme artık geçer akçe değil. Klasik fotoğraf eğilimiyle çerçöp, bozuk / kirli / dağınık / eğreti / kırık dökük şeyler çekilmezdi eskiden. Yeni fotoğrafta klasik eğilime karşı bir tavır, tepki söz konusu; bu şekilde anlamak, algılamak lazım; gelişmenin olmazsa olmazı bu. Buna ek olarak, son zamanlarda sıklıkla gördüğüm diğer bir eğilim “marjinal” hayatların belgelenmesi ve artık bunların sıradan şeyler olarak algılanmasını amaç edinen içerikler olarak paylaşılması, ki toplumsal çoğulculuğun oluşabilmesi açısından bu çalışmaların önemli olduğunu düşünüyorum.

Son bir şey daha var. İleri vadede, ki daha şimdiden iyi örneklerini görüyoruz, fotoğrafçılık eylemi üçboyutlu modelleme ortamında da süregidecek. Hatta benim dersinde bir öğrencim bana, “hocam, 3 boyutlu dünyada modelleme yapıp, oradan alacağım render’lardan oluşan bir fotoğraf kitabı versem size, kabul eder misiniz?” diye sordu. Hiç tereddüt etmeden kabul ettim, çok da güzel bir iş çıkardı bu arada ve geçenlerde bir müzede düzenlenen prestijli bir fotoğraf kitabı etkinliğine kabul alarak sergilendi. Bir süre sonra ayırt edemeyeceksiniz gerçek fotoğrafla 3 boyutlu render’ı. Dolayısıyla fotoğraf eylemi de ister istemez buraya kayacak, adam stüdyoda bir sahne hazırlayıp onun kamerayla fotoğrafını çekeceğine, o stüdyodaki kurguyu üç boyutlu sanal ortamda oluşturacak. Oradan render alacak, ki o da bir fotoğraf demek zaten. Çünkü render alırken kamera açısını, yüksekliğini, odak uzaklığını belirliyorsunuz, ışığı ayarlıyorsunuz; tam anlamıyla bir fotoğraf eylemi işte!

İbrahim Karaoğlu: Çok teşekkür ederim. Evet, sevgili Mehmet sen neler söylemek istersin?

Mehmet Arslan Güven: Benim fotoğraf hikayem biraz farklı ama önce sevgili Ozan Sağdıç’ın kişiliğinde bütün fotoğrafçılara, fotoğraf severlere, bu yarışmaya ilgi gösteren/katılan fotoğrafçılara teşekkür ediyorum. Sayın Oya Uysal’ın şahsında bu aydınlık ortamda, bu aydınlık toplumu bir araya getirdiği için Aktiffelsefe Kültür Derneği’ne teşekkür ediyorum. Sayın Yusuf Kıraç’ın şahsında ev sahibi olarak Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne teşekkür ediyorum.

Benim fotoğrafım hikayem biraz farklı. Evet, üniversitelerinde ders veriyorum uzun süredir, 25 yıldır ancak akademisyen değilim. Bir akademisyen formasyonum yok. Üniversite Senatosu kararıyla sürekli ders veriyorum. Fotoğrafa bakış açımın değişmesi, ilk üniversitem olan Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bir Fransız hocanın bana ders öncesi tesadüfen sıramın üzerindeki siyah ve beyaz fotoğraflarımı gördükten sonra bir kitap hediye etmesiyle başladı. Beni Fransız Kültür’e çağırdı. Bir kitap vardı, kitabın ismiyle La Reflex yani refleks, fotoğraf makineleri anlatıyor, içine bir kağıt koymuş birinci sayfaya şunu yazmış: “L’art n’est pas la représentation de quelque chose de beau dans la nature, mais la belle représentation de n’importe quoi.” Çok büyük bir tesadüf. Aynı gün Çerkes Karadağ’ın da Yaylalar isimli sergisi var, Fransız Kültür’de. Bunu aldım, Fransızca biliyorum ama o cümleyi tercüme edecek kadar bilmiyorum. Eve gittim, biraz araştırdım. Tekrar Fransız Kültür’e geldim. Çok iyi Türkçe bilen bir elçimizin eşi, Fransızca öğretmeniydi. Ona sordum, dedi ki “sanat; doğadaki güzel bir şeyin tasarımlanması, betimlenmesi değil, herhangi bir şeyin güzel betimlenmesi, tasarımlanmasıdır.” Bu böyle çevrilebilir, Immanuel Kant’ın sözüdür. O tarihten sonra iki sene fotoğraf çekmedim. Her cumartesi pazar geziye katılırdım. Türkiye’nin mini güzelliklerini, coğrafi yapılarını, ören yerlerini ve kentlerin özelliklerini fotoğraflardım. O tarihten sonra iki sene fotoğraf çekmedim, Fransa’ya gittim. Birçok müze gezdim, bir fotoğraf festivaline katıldım. Orada birtakım izlemeler sonrası iki sene daha fotoğraf çekmedim. Çünkü bizim fotoğraf olarak bildiğimiz, kendimize sanatçı unvanı yakıştırdığımız başka bir yerdeymişiz biz. Biz sadece gördüğümüz, ilgimizi çeken, rengiyle, kokusuyla gözümüze giren, beynimizin o anda algıyla harekete geçirdiği fotoğraflar çekmişiz. Daha sonra birtakım okumalar yaptım, tabi o tarihlerde yine kuram kitapları, ki bizim en büyük hatalarımızdan biri de kuramla kuralı karıştırırız biz, kuram kitapları yani fotoğraf üzerine savlar, söylemler, yaklaşımlar, düşünceler pek yaygın değildi. Yine de birkaç tane okuduk. Türkçeye çevirdik, birkaç arkadaşımla birlikte. Okuduk. Fotoğraf dünyasının çok gerisinde olduğumuzu anladık. Çok gerisinde.

Tabii o tarihte Avrupa’da sergi açmıştık. Sayın Ozan Sağdıç, yanlış hatırlamıyorsam Fikret Otyam, Gültekin Çizgen Avrupa’da sergiler açmışlardı. Posterleri basılmıştı Türkiye’de; üç dört dilde Avrupa’da yayınlanmıştı. Sonra bir ara fotoğrafı bıraktım. Fotoğrafla uğraşmaktan vazgeçtim. Tekrar Avrupa’ya gittim. Gezileri; bütün antik yerleri, ören yerleri gezme işini bıraktım, müzelere yöneldim. Bir kere daha hüsrana uğradım. Geldim rahmetli Sıtkı Fırat’la paylaştım. Tabi Sıtkı Fırat’ın görüşü başkaydı. O Anadolu güzelliklerini, güzel Türkiye’m fotoğrafları çekiyordu. Özellikle Cumhuriyet dönemi 2. kuşak fotoğrafçıların koştuğu kulvarda koşuyordu. Yine bir sersemledim. Daha sonra Çekoslovak fotoğrafçılarla tanıştım. Başka albümler elimize gelmeye başladı. Başka ortamlar oluşmaya başladı. İletişim biraz daha sıklaştı. Fotoğraflara baktıkça, bu başta söylediğim “herhangi güzel bir şeyin fotoğrafını çekmek önemli değil, herhangi bir şeyi güzel yapmak önemli”ydi ilkesine doğru kaydım. Yine o Fransız hocalarından biri dedi ki “felsefe okuyacaksın” dedi. “Hiçbir işe yaramaz gibi görünür ama ön açar, ufuk açar, göz açar felsefe okuyacaksın” dedi. Kant’ı okudum. Kant’ın genel felsefelerini, aydınlanma üzerine makalelerini okudum. Diğer kitapları okudum. Ta baştan başladım. Bizim zamanımızda lise yıllarında, ortaokul yıllarında birçok klasik okutulurdu zorunlu olarak ve gençliğimizde 1980 yılı öncesinde geçtiği için birçok ideolojik kitabı da zaten ezberlemiştik. Her sokak başında ayrı bir sınava tabi tutulurduk; ideolojik. Onun için bütün ideolojileri ezbere bilirdik. Ama tekrar okudum. Tekrar aydınlanma felsefecilerini Platon ve Aristo ikileminden başlayarak hepsini tekrar okudum. Sadece fotoğraf sanatının değil, sanatın başka bir yerde olduğuna karar verdim. Birtakım çalışmalardan sonra birtakım yeni işler ürettim. Birtakım firmalar sponsor oldu, devam ettim, sevdim, içinde oldum. Kurumların da içinde oldum. Hemen hemen Türkiye’de açılan bütün fotoğraf sergilerine; davetliysem birinci gün, davetli değilsem ikinci, üçüncü gün gittim, sergilerin ve sunumların hepsinin bende fotoğrafları vardır. Kim nerede, ne zaman sergi, kim nerede ödül almışsa fotoğraf adına ona da gittim. Sonra Atatürk Kültür Merkezi’nden çağırdılar. Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü ansiklopedisi yapacaklarını, buralarda makaleler olacağını söylediler. Peki dedim yazarım. Dört bölüme ayırmışlar 1923 – 1938 dönemi yani Atatürk dönemi, 1938 – 1960 dönemi yani ilk çok partili düzene geçtiğimiz dönem, 1960 -1980 dönemin ve 1980 – Günümüz. Bunlara makaleler yazdım, gönderdim yayınladılar. 8 sayfalık makaleler halinde yayımlandı. Bu makalelerin birinde, 1960 – 1980’in son maddesinde, “Türkiye’de sanat adına algılamalar başladı ama hâlâ kavrayışı yok. Hâlâ kıpırdanışların ötesine gidemedi” yazdım, Şinasi Barutçu’dan bahsettim, yenilerden bahsettim, yavaş yavaş fotoğrafa giren genç kuşaktan bahsetmiştim. Buradaki birçok arkadaşımızın ismi orada var. Bu maddeye İstanbul’dan, üniversiteden bir itiraz geldi, yazılı bir itiraz. Özetle; Efendim Türkiye’de fotoğraf sanatçıları var.

Ben fotoğraf sanatçıları kelimesine inanmıyorum. Fotoğrafla sanat yapanlar, fotoğrafik yöntemleri, araç ve gereçleri kullanarak kendini ifade edenler, diye düşünüyorum. Çünkü sanatçı dediğiniz zaman birçok şeyi bir arada yapar. Sadece bir malzemeyi yoğurmaz, kullanmaz. İşte Murat Germen burada sadece fotoğraf yapmıyor, heykelleri de var. Çerkes Karadağ da çamurla uğraşıyor, resimle uğraşıyor. Resim sergisi açacak iki üç ay sonra Ankara’da. Sanatçı birçok şeyle uğraşır, Ozan Abi fotoğrafın yanında şiir yazıyor, çeviriyor. Türkiye’de ilk fotoroman fotoğrafları çeken adam, afişler yapan adam. Birçok özelliği vardır sanatçının. Biz bunu kavrayamadığımız için, algı seviyesinde kaldığımız için, ilk tepki olarak kaldığımız için hep başa dönüyoruz. Sonra düşündüm. Bu arkadaş bana bu soruyu sordu. Benim buna derin bir yanıt vermem lazım. Telefon açtım, o arkadaşı buldum. Dedim ki bana 10 sene müsaade edeceksin. Tamam dedi. 10 sene 2002’den başlayarak bu konu üzerine yoğunlaşmaya başladım. İlgililere alakalılara birçok soru sordum. Daha önce Devlet İstatistik Enstitüsü’nde beş sene çalışmıştım. Anket yöntemini, örnekleme yöntemini, hedef kitle yöntemini çok iyi biliyordum. Büyük anketlerde de çalışmıştım. Başladım ajandalarımla anket yapmaya. Konuştuğum kişilere önce sanatı soruyordum. Burada sorduğum aldığım yanıtları yazılı olanları, hepsi var. Çok hızlı okuyayım.

Fotoğrafın fotoğraflığı, sözün özü nedir? Bilmiyoruz. Günümüzde fotoğraf kavramsal sanat. İzlemiyoruz, iç içe geçmiş disiplinler, dijital hi-tech ürünlerde üst üste binmiş iletişim yöntemleri, teknoloji yeni değer yargılarıyla bizi mi değiştiriyor, dönüştürüyor. Biz teknolojiyle dünyayı değiştirerek yönetmeye mi çalışıyoruz. Işık değerleri, renk, doku ve ton; fotoğrafın üst dilinin, teknolojinin şifrelerinin farkında mıyız. Klasikleşmiş renk üzerine görüntü düzenleme kurallarından uzak, farklı girişimler, yalın yansıtmalarla düşleyen bir şey görünür kılarak yeni yeniden yeni heyecanlarla. Random, okazyon estetik, oksimoron başlıklar. Çağdaş bir duruş, evrensel kriterlerle salt makine taşımanın dışında fotoğraf referansları zorlamadan veya zorlayan. Gelecekle ilgili öngörmeler, göstermeler. Bireysel veya içselleştirilmiş biçimler. Gelenekçilikten uzaklaşmaya cesaret etmek, adım atmak, başlamak. Sanatın, fotoğrafın, fotoğrafla sanatın geçirdiği evrime katkıları. Tekrarlamamak, kendini ve işlerinde. Albenili, farklı fikir istiflemeleri. Kendi janjanlı işini yaparak özgün temalı. Güneşi kovalayarak değil kendi ışığını oluşturarak. Manifestolar, formal olmayan, kesip yapıştırılmamış. Yaşama dokunmak prosted veya değil. Hiçbir akıma, stile, renge, motife, objeye, nesneye karşı ön yargılı olmadan, bağlı kalmadan ve en önemlisi tekrarlıyorum, kuram da kuralın farkına varmak.

210 kişiye 10 sene sorular sordum, çoğu aramızda, çoğu İstanbul’da ve İzmir’de akademisyen. Sadece ekspozisyon isimlerini hatırlamalarını söyledim. Ve burada 2009’da bunu daha çok ciddi hale getirdim. Bütün ajandalarım da kimin hangi artı koyduğu, kimin eksi koyduğu, kimin yeni isim eklediği, kimin kimlerin üstünü çizdiği belli. En sonunda, 18 sene sonra elimde bir liste oluştu. Artık kime göstersem, benim listeme ne pek fazla ekleme yapıyor ne çıkartma yapıyor. Geçenlerde bir arkadaşımız İngiltere’de ve Amerika’da yaşayan birkaç arkadaşın fotoğrafçının ismini listeye eklemek istedi ve ekledi. Sonra gittim, sergilerini/fotoğraflarını gördüm. Fikret Otyam’da hala duruyor sergi, fotoğrafla alakası yok. Çağdaş fotoğraf diye koymuşlar, ilk defa iki ismi listemden sildim. Onun haricinde şimdi okuyorum. Burada isim olmayan arkadaşlar herhangi bir olumsuzluk belirtmesinler. Bu listeyi ben yapmadım. Benim bir tane artı eksim yok. Kimin ne artı koyduğu, kimin ne eksi koyduğu evimdeki diğer ajandalarımda var. Yeni Okuyucular ve Gosees. Sergileri yazıldı bunlar Nazif Topçuoğlu’nun işleri, işlerden gidiyorum bakın. Çünkü sanat yapıtı, sanatçı ve sanat üçlemesi birbirinden ayrılmaz. Ortada Sanat yapısı yoksa sanatçılar ve sanattan söz edilemez.

Endüstriyel Estetik; Murat Germen.

Türkiye sinemaskop, Nuri Bilge Ceylan. Ve Ceylan’ın 1982-1989 dönemi siyah ve beyaz çalışmaları.

Monoton öyküler, Baleylim Çerkes Karadağ, birçok eseri var hepsini biliyorum şimdi niye onları saymadın diyebilir. Ben yazmadım bunu. Demek ki bilinen bunlar, görülen bunlar, izlenen bunlar, akılda kalanlar bunlar. Çünkü kamuya açılmamış, izlenmemiş herhangi bir sanat yapıtı söz konusu olamaz.

Eski Zaman Denizlerinde ve Instant çalışmaları; Şahin Kaygun.

Bir Retrospektif; Koray Erkaya.

Sanal Görüntüler; Magie Danon.

 Kiss-Bet; Bennu Gerede.

Piktoristleri yani resimsel çalışmalar; Şakir Eczacıbaşı.

Dijital Sensation; Adnan Veli Kuvanlık. Genç yaşta rahmetli oldu biliyorsunuz.

Demir Ejderlere Ağıt; Ozan Sağdıç.

Olağan Şüpheliler, Gelecek Jenerasyon; Sedat Mehder. 

İkiler; Ahmet Elhan.

Siyah beyaz Denemeler; Şinasi Barutçu.

Zamansız Fotoğraflar; Yıldız Moran.

Nü’ler ve Kurgular; Adnan Ataç.

Bunların hiçbirinde benim bir artım, bir eksim yok. Hepsi kitaplarda var, ajandalarımda var. Bunu niçin okudum? Şu ayrımın farkına varmalıyız; fotoğrafçı, fotoğraf insanı, fotografik yöntemlerle sanat yapan; bunların üçü de farklı şeyler ama biz hepsini karıştırıyoruz. Çünkü bizim aşure geleneğimiz var. Hepsini bir araya getiriyoruz. Fotoğraf derneğinin başkanlığına da hiçbir sergisi işi olmadığı halde, sanatçı diyoruz. Fotoğraf yazarlarına, kuramcısına da sanatçı diyoruz. Bugün kendimi de ateşe attım, onun da farkındayım ama bunu açıklamak durumundaydım. Onun da farkındayım.

İbrahim Karaoğlu:  Şimdi sevgili Çerkes’ den bir öneri geldi, ikişer dakika daha konuşalım dedi. Ama Mehmet Hoca hakkını kullandı gibi bence senden başlayalım.

Çerkes Karadağ: Beni, hani güreşte saha dışına atarlar ya, en çok kalem oynattığım, zaman ayırdığım belki de ömrümün yarısını verdiğim fotoğraf kuramı, felsefesiyle sanat kısmına hiç değinemedim. Değinme şansı olmadı. Hoş anlattıklarımız da belki birçoğunu ilk kez duymuştunuz. Ben güncel fotoğrafa kısa bir değinmek istiyorum. Sevgili dostlar, fotoğrafta modalar çoktur. Fotoğrafta geri dönüşler çoktur, tıpkı modada olduğu gibi. Fotoğraf, hiç kimse unutmasın bütün sanatlar, bir iç dünyanın yansıması. Bu yansımayı bir malzeme üzerinde biçimlendirir sanatçı. Doğayı kendisine esas alır, yaşamı öykülendirir, onlardan yararlanır ama hiçbir zaman tıpkı basımını yapamaz. Dolayısıyla bir parça gerçeküstücüdür o. Oysa fotoğraf tüm ruhu ve bedeniyle gerçek dünyaya bağlıdır, gerçeğe bağlıdır. Dolayısıyla fotoğrafı esas alırken fotoğrafın gerçeklik misyonunu göz ardı edemeyiz. Dedim ya modalar çok. Gerçeği iğfal edebilir sanatçı, gerçeği bozabilir, değiştirebilir, yönlendirebilir. Yeni bir gerçeklik tasarımı önerebilir. Hepsi sanatın kendi misyonu içindedir. Fotoğraf ne kadar uzak kalırsa kalsın, fotoğraf gerçeklikten hiçbir zaman kopmaz.

Ben kendi sanat görüşüme ya da yarattığım değerlere ilişkin çok bir şey söylememiştim. İki başlık altında söylemek istiyorum.

Bir, çok zamandır gerçeği değil, yaratılmış gerçek üzerinden hareket ediyorum. Çünkü gerçeğe tanık olmak, müdahale etmek öyle kolay bir şey değil, gerçekten olağanüstü, olağandışı alıntılar yapmak mümkün değil. Örnek vereyim bir tane; benim bir gazeteci arkadaşım vardı. Tunus Caddesi’nde atölyeme sık sık uğrardı. Ben de ona takılırdım; “Burhan” dedim, bir gün ağzınla bir kuş tutamadın der gibi, “iyi bir haber fotoğrafı yakalayamadın sen”. “Abi, hep kolluyorum, hep kolluyorum” dedi. Yirmi sene sonra çok trajik bir olayda bir sergi açılışında Rus Büyükelçisine yapılan bir suikast saldırısında, Burhan hayatının fotoğrafını çekti. Şimdi bu Burhan ile gerçek arasındaki doğrudan temasıdır. Herkesin böyle bir şeyi yok. Ben fotoğraf anlayışında bir gerçeklik yaratarak onun üstünden ifade etmeye çalışırım. Bunu belirtmek istiyorum.

İkincisi, son yirmi yılımda “Kentler ve İmgeler” diye bir ana başlığım var. Her kentin bir ruhu olduğuna inanıyorum. Her kentin bize yansıyan bir hikayesi olduğuna inanıyorum. Hatta hikayeleri olduğuna inanıyorum. Bu projemi 1997’de ya da 1998’de Prag’la başlattım. Amacım önce uygarlık yaratan kentleri ele almaktı. Yani batı uygarlığı ile doğu uygarlığının simgesel kentlerini seçmiştim. Sonra koşullar elvermedi. Savaş oldu, iktidarlar değişti, rejimler değişti. Ben onu iki batı şehri, ondan sonra ülkemize kaydırdım ve en son da İzmir’de, 100 yıl sonra İzmir’in hikayesi nedir, onun arayışına girdim. “İzmir’in Yüzü” diye yakın zamanlarda kapanan bir sergiye el attım. Bir fotoğrafçının, bir anlam arayışından çok, bir anlam yaratması lazım. Çünkü fotoğraf bir düşünce biçimidir. Bir kayıt aracı olmakla birlikte bir saptama, kaydetme, tanık olma aracı olmakla birlikte, bir düşünce alanıdır, fikir üretme alanıdır. Dolayısıyla felsefeyle ve sosyal bilimlerle ciddi bir entelektüel bağ içindedir. Ben fotoğrafın bu misyonunu her konuşmamda, her sohbetimde, interaktif ortamdaki görüşmelerde sürekli dile getirdim. Çünkü bir sanatçının geri planındaki sosyal, psikolojik, politik, artistik birikimleri ancak bir anlam yaratmaya elverişli motivasyon sağlayabilir. Fotoğrafçı bu motivasyonu bütün sanat alanlarından farklı olarak hızlı gerçekleştirmek zorundadır yani zamana karşı bir de çok zaman da anın peşinde koşarak elde etmek zorundadır.

Son olarak, fotoğraf bizim gerçeklik duygularımıza ne kadar çok sesleniyorsa o kadar çok da bilinçaltımıza sesleniyor. Çünkü fotoğraflar her tür okumaya açık dokümanlardır. Bir görüntü yıllar önce reklam fotoğrafları çekerken görmüştüm. Görüntü bankalarının birinde bir anne çocuk fotoğrafını Amerikalılar kapitalizmin güzelliğini anlatmak için kullanmışlardı. Doğu bloğundan bir ülkede, doğu bloğundaki aile kavramının kutsiyetini vurgulamak için. Yani farklı amaçlarla ve farklı hedefler gözetilerek bir fotoğraf kullanılmıştı. Dolayısıyla fotoğrafın bilinçaltımıza yarattığı tepki, gerçeklik duygusu, direniş, karşı çıkma, hedef olma duygusu fotoğrafın gerçekliğinden anlamamızdan daha önemlidir. Bir de her fotoğrafa gönül vermiş insan çerçevede görünenlerin dışındakileri de bize anlatabilecek, duyumsatabilecek veriler ortaya koyması lazım. Çünkü fotoğraf çerçeve ile sınırlı değil, çerçeve dışına da atıfta bulunan, bize o dünya hakkında hayallerimizi ayağa kaldıracak ipuçları da vermelidir. Teşekkür ediyorum.

İbrahim Karaoğlu: Çok teşekkürler.

Murat Germen: Gerçeklik üzerinden bir şey söylemek isterim. Fotoğrafın şüphesiz ki gerçekle çok vazgeçilmez bir bağı var ama şunu unutmamamız lazım. Öznel ve nesnel olarak ayırt ettiğimiz iki uç var. Öznel olanı bireyselle, nesneli ise kamusalla birleştirebiliriz. Fotoğraf makinesinin arkasında bir özne var, nesne yok. Özne kendi şahsi algısıyla o gerçeği nasıl aktarabileceğini kontrol edebiliyor ve kadraja bir şey dahil ederken, oradaki nesnel gerçeğin parçası olan diğer bir sürü detayı da kadraj dışında bırakıyor; yani, oradaki her şeyi bütünsel bir şekilde aktar(a)mıyor. Halbuki oradaki gerçeğin kadrajın dışında kalanlarda da bir bağı var, fotoğrafçı aslında hayli sınırlı ve öznel bir gerçeklik anlatıyor. Mesela bugün dinleyicilere doğru bir fotoğraf çekersem çok güzel bir kalabalık vardı diyebilirim. Ama 90 derece yana doğru çekersem, üç kişiyi gösterip “neredeyse kimse gelmedi bugün” diyebilirim. Üç kişiyi çektiğim fotoğraf gerçek dışı veya yanlış mı? Değil, ama sizleri dahil etmediğim için eksik bir bilgi. Buradan da şuna bağlayacağım; fotoğrafın nasıl algılandığının altına ne yazdığınla da bağlantısı var. Dolayısıyla metnin, fotoğrafın ne türlü bir öykü anlatabileceğinde çok önemli bir etkisi var. Fotoğrafın altına yazdığınız metinle izleyiciyi bambaşka bir yere yönlendirebilir ve fotoğrafın metin olmadan kendi başına anlatabileceği şeyi başka sulara çekebilirsiniz. Öte yandan, kamusal diye sunulan şey aslında tam olarak kolektif değildir. Egemen bir grup ya da birey belirler kamusal diye sunulan şeyin ne olduğunu. Egemen erk “ortak değerlerimiz” olarak neyi belirlediyse, o, toplumun gerisi tarafından kamusalmış gibi algılanır. Bunu da unutmamakta fayda var.

İbrahim Karaoğlu: Teşekkür ederim.

Mehmet Arslan Güven: Felsefe, özne, süje ilişkisinden hareketle fotoğraf, fotoğrafçı ilişkisine başka bir zaman Ankara’da gireriz fakat Çerkes fotoğrafta moda dedi. Ben güldüm sen de fark ettin, sana söz vereceğim, dedin. Ben Türkiye’deki fotoğraf modaları okumak istiyorum. Lütfen alınmayın. Belki bunlardan bir şey çıkarabiliriz?

Bizim fotoğraf modamız; Marmaris ağaçlı yol, Yedigöller, Çomakdağı çiçekçi kadınlar, Cumalıkızık Köyü, Safranbolu, Sinop Erfelek şelaleleri, Salacak ta gün batımı, Kapadokya’da balonlar, Muş Kaplıcaları, Bingöl’de yüzen adalar, dereden koyun geçirme, lavantalar, tersaneler, Konya Lale bahçeleri, Kars’ta Çıldır Gölü üzerinde kızaklar veya buzdan balık tutanlar, Meke ve Tuz Gölü maalesef bunu öldürdük artık bunu nazar boncuğu olarak çekemiyoruz. Bu moda olmaktan çıktı fakat yine de yanından geçerken birkaç tane modaya uyuyoruz. Deve güreşleri ve son zamanların gözdesi Yılkı Atları. Torak yani kömür yapmak için odun yığınları, Nallıhan Kuş Cenneti ve renkli dağlar. Yüzen Adalar Solhan Bingöl’de, Fırtına Deresi vazgeçilmez bir moda ama bu sıralar da parayla sokuyorlarmış artık oralara, bu moda da biraz demode olacak. Potuk Yaylası, burada biraz demode oldu artık o rustik yapılar binaların yerine betonarme üç katlı, oraya o beton nasıl çıkartıyorlarsa ona da hayret ediyorum. Oranın büyük görsel keyfi kalmadı.

Bir de teorik olarak modalarımız var. Time Laps, Steel Wall, Video Art, Short Movie, Motion Graphic, Remaks, Blur, Sandwich, Soft, tül etkisi ve yıldız pozlama.

İbrahim Karaoğlu: Bir de Street Photograph

Mehmet Arslan Güven: Evet son zamanlarda nasıl olduysa yeni bir yaklaşım/akım gibi gündemde.  Fotograf sokakta başlamış, İlk fotoğrafları çekenler; evinin penceresinden sokağı, dışarıyı çekmiş, ilk iki fotoğraf; ister sosyolojik olarak ister görüntü olarak sokak fotoğrafı, bir caddenin/sokağın fotoğrafı, dışarı  fotoğrafı. Bazı arkadaşlarımız 1995 yılında bunu Türkiye’de keşfettiler!. Street fotoğraf diye bir ekol oluşturdular. Şimdi büyük bir dilekçe hazırlamışlar. Street fotoğraf Üniversitesi kuracaklar. Fotoğrafın kendisi sokaktır, sokakta başlamıştır. Sokak sadece bir adres tanımlamak için en küçük uzantı/birim değildir. Evin, kapının/pencerenin dışarısı, özel’ in dışarısı, genel yaşama açılan mekan ve ilişkilerdir. Teşekkür ederim.

İbrahim Karaoğlu: Ben de hepinize çok teşekkür ediyorum, çünkü zamanı aştık ve öyle. Çok teşekkürler, sağ olun.